Gar ve Demiryolu Hatıraları – I

Kondüktör Kara Celal

Yalnız olarak ailemden ve evden ilk ayrılışım 8 yaşında olmuştu. Okuduğum ilkokuldaki yavrukurt ocağı ile Manisa’ya kampa gitmiştik. İstanbul’dan bir çok ilkokulun yavrukurtları vardı. Okuldaki başkurdumuz başımızdaydı. Sınıfımdan olmasa da okuldan tanıdığım arkadaşlar vardı. 10 gün kamp yaptık, 10 gün evden ve ailemden ayrı kaldım. Bu süreçte en çok, evde sürtüşmekten zevk aldığım kardeşimi özlüyordum. O gün benden küçük tek kardeşim vardı. Kampta belimdeki çakımla ona çam ağacının kabuğundan şekiller oyuyor, kahvaltıda verilen minicik paketli reçelleri yemeyip ona götürmek için topluyordum. O yıllarda ilkokul giden çocukların -hele ki izci ise- çakı kullanması korkulacak bir şey değildi. Yazsam bunların hepsi başka başka yazıların konuları, lakin yazar mıyım bilmem.

Tanıdığım hiç kimse olmadan evden ilk ayrılışım ise 12 yaşında oldu. Ankara’ya, Türk Hava Kurumu’nun model uçak kursuna gitmiştim. Ankara’ya kadar annem götürdü bıraktı, 8 gün sonra kurs bitiminde yine annem o gün 2 yaşında olan ikinci küçük kardeşimle geldi beni almaya. Annem benim hayallerimin peşinden koşuyordu ve benim bu sırada annemin karaciğerinde kocaman ve ölümcül bir ur taşıdığından haberim yoktu. Yazsam bunlar da başka yazıların konuları, lakin yazar mıyım bilmem.

Konuyu fazla dallandırmadan öze dönmeye çalışırsam, aslında evden ve ailemden ayrı kalmaya küçük alıştırmalarla da olsa yabancı değildim, bu bir kenarda dursun.


Diğer yandan Haydarpaşa Garına da yabancı değildim. Ta küçük yaşlarımdan beri annem bazı hafta sonları ablamı kardeşimi ve beni alır, anneannemin Suadiye’deki evine götürürdü. Cumartesi günleri yarım gün çalışan babam da işten çıkınca oraya gelirdi. Annemle Şehremin’den Suadiye’ye giderken, önce otobüsle Eminönü’ne gider, eski Galata Köprüsü üzerinden koşar adımlarla Karaköy’e ve Karaköy’den vapurla Haydarpaşa’ya geçerdik. Bazen eski Amerikan arabalarından dolmuşlarla doğrudan Karaköy’e giderdik ki o dolmuşlar çok başka yazıların konusu. Yolculukta küçük çocuk olan ben annemin pardesüsünün eteğini tutardım. Annem ise bebek olan kardeşimi, çantasını ve anneanneme götürdüğü içi dolu tencereyi falan taşırdı. Vapurdan inince nispeten büyük çocuk olan 7-8 yaşlarındaki ablam önden koşup banliyö trenine bilet alırdı. Evden çıkıp da trene binene kadar bir koşturmaca ve telaş olurdu, sonrası trenin sesiyle ve sallantısıyla senkronize olmuş zikreden bir dervişinki gibi bir huzur… Suadiye’de indikten sonra kestirme olsun diye istasyonun arka tarafından çıkar, rayları geçer, mis kokulu çiçeklerle dolu bahçeleri olan konakların ve 3-4 katlı apartmanların arasından keyifle anneannemin oturduğu apartmana yürürdük. Haydarpaşa’ya vardığımızda bazen banliyö treninin kalkmasına biraz vakit olurdu. Annem kucağında kardeşimle bir bankta otururdu, ablam beni garda gezdirirdi. Garın Kadıköy’e bakan tarafındaki çeşmeden su içmeye giderdik. Boyum yetmediği için ablam çeşmeye kaldırırdı, ben su içerdim, susamamış olsam da rutinimiz bu şekildeydi. Farklı trenlerin bilet gişeleri farklı yerlerdeydi, o gişeleri dolaşırdık. Garın denize bakan meşhur merdivenlerinden öteye geçmeye iznimiz yoktu, merdivenlere çıkan kapılara kadar gider, oradan denize bakardık. Gelen giden insanları seyrederdik. O yıllarda iki küçük çocuğun böyle dolaşması korkulacak bir şey değildi. Bu paragrafta anlattıklarımın da hepsi ayrı yazıların konuları olabilir, yazar mıyım bilmem. Böyle uzun anlattım lakin aslında bu uzun paragrafın da amacı, Haydarpaşa Garı’na da yabancı olmadığımı söylemekti.


Evet, uzun lafın kısası hem evden ayrı kalmaya ta küçük yaşlardan antremanlıydım, hem de Haydarpaşa Garı oyun alanım gibi tanıdıktı. Lakin 17 yaşına geldiğimde işler biraz değişti. 17 yaşına geldiğimde, o zaman kendimi koca delikanlı zanneden bir çocuk olarak, üniversitede okumak üzere evden ayrıldım. Koca delikanlı olarak çıkıp da Sakarya’ya gitmek, 8 yaşındaki çocuğun Manisa’ya gitmesinden veya 12 yaşındaki çocuğun Ankara’ya gitmesinden daha zordu. Çünkü o çocuklar 8-10 gün sonra evine dönecekti ama delikanlının artık Sakarya’da ayrı bir evi daha vardı, 21 yaşına kadar orada kalacaktı ve 21’inden sonra ne olur bilinmezdi. Gurbette okuyan her öğrenci gibi bütçemi düşünmem gerektiğinden, İstanbul’a geliş gidişlerimi tren ile yapıyordum. Trenin öğrenci bileti ücreti, otobüs ücretinin üçte biri kadardı. Ancak Haydarpaşa’ya gidişim çocukken annemle yaptığımız gibi Şehremin’den Karaköy’e, oradan vapurla Haydarpaşa’ya olmuyordu. Bu yol daha konforlu ve daha zevkli olsa da, iki vasıta gerektirdiğinden hem daha uzun sürüyor, hem de daha pahalı oluyordu. Bunun yerine Topkapı’dan Kadıköy otobüsüne biniyor ve Çayırbaşı’nda inip gara doğru koşmaya başlıyordum. O zaman inşaat halinde olan Haydarpaşa Camii’nin karşısında telleri aşıp kısa yoldan gara giriyor ve bilet alıp trene atıyordum kendimi. O zamanlar trene binerken bir bilet kontrol noktası falan yoktu, trene herkes binebiliyordu ve kondüktörler tren içinde gezip biletleri kontrol ediyor, ellerindeki zımba ile kontrol ettikleri bileti deliyorlardı. Otobüsten inip kendimi trene atana kadar devam eden koşum sonrası, trene bindiğimde saçlarımın dipleri yanıyor, kulaklarım zonkluyor ve her tarafımdan ter fışkırıyordu. Bu her hafta böyle oluyordu, çünkü Pazar gecesi evden son treni hedefleyip çıkıyordum ve evde 5 dakika daha fazla geçirmek için hep son dakikaya bırakıyordum çıkışımı. Koşma faslı daha evden çıkınca başlıyordu, Topkapı’ya kadar koşup, Kadıköy otobüsüne biniyordum. Artık Haydarpaşa benim için annemle deniz tarafındaki heybetli merdivenlerinden girip, huzurla Suadiye’ye gittiğim yer değil, ters tarafta tellerin üstünden girip, Suadiye’ye kadar kulaklarımdaki zonklamanın durmadığı bir yerdi.

Bir gün yine bu şekilde ucu ucuna yetişmeyi planladığım treni, ucu ucuna kaçıracağımı anladım. Ben ters taraftan gara girip bilet almak için peronlar tarafından gişeye doğru koşmaya başladığımda, 6. yoldaki Adapazarı ekspresinin kondüktörü kalkış için düdüğünü çalmaya başlamıştı. Bileti alıp trene yetişmem imkansız gibiydi. Koşumu biraz yavaşlatıp, el sallayıp zıplayarak iki yol ve iki peron diğer taraftaki kondüktöre seslendim, “abi 2 dk bekle, bilet alıp geleceğim!”, ellili yaşlarının ortalarında görünen, eski bir pehlivanı andıran iri yarı ve heybetli kondüktör, sert bir ses ve çatık bir kaşla “koca treni bekletemem, bileti boşver hemen gel” dedi. Bilet almadan trene binmemin nasıl bir sonucu olacağını bilmiyordum ama 2 metreye yakın boyu, kırlaşmış saçları, pala bıyık diyebileceğimiz bıyıkları, üniforması ve düdüğü ile peronun hakimi o gibiydi, kendisi gel deyince cezalı ücret de yazmazdı herhalde, bileti boşverdim, Yeniyol 1 ve Yeniyol 2‘yi raylar üzerinden geçip trene geldim. Ben son rayların üzerinden trenin olduğu perona sıçrarken bir düdük daha çaldı ve tren hareket etti. Tren hareketlenmişken ben de en yakın kapıdan trene bindim, son tren olduğundan geneli boş olan trende kendimce uygun bir yere oturdum, kalp atışlarımın normale dönmesini beklemeye başladım. Tren nispeten yakın duruşlar olan, Söğütlüçeşme, Erenköy ve Bostancı’yı geçtikten sonra kaşlarının kenarı, kartal kanadının uçları gibi havaya doğru kalkmış o kondüktör bilet kontrolü için bizim vagona geldi. O zamanlar Adapazarı ekspresinde sağda ve solda üçer kişinin sığabildiği yekpare numarasız koltuklar oluyordu ve bir taraftaki koltuklar kendi içinde sırt sırta verdiğinden, oturduğunda karşındaki üç kişinin yüzüne bakıyordun. Kondüktör de bilet kontrollerini yapıp benim yanıma geldiğinde karşımdaki koltuğın köşesine ilişti ve doğrudan sordu, “söyle bakalım neden koşuyorsun öyle?”. Bence çok saçma bir soruydu, saçma sorunun saçma cevabı olur, “trene yetişmek için” dedim. “Onu biliyoruz” dedi ve “seni her Pazar akşamı böyle deli gibi koşup trene atlarken görüyorum, kaç haftadır evden 10 dakika erken çıkmayı öğrenemedin mi?” diye sordu. “Ben trene bindikten sonra tren iki dakika hareket etmeden beklese, neden evde 2 dakika daha kalmadım ki diye hayıflanıyorum” diye cevapladım. “Ne var evde öyle ki böyle deli danalar gibi koşuyorsun 2 dakika için?” diye sormaya devam etti, “Annem var, babam var, kardeşlerim var” diye cevapladım. “Annemin yüzünü 5 dakika daha fazla görmek için 5 kilometre koşmaya razıyım” diye ekledim. [Bugün annemin yüzünü 5 dakika görmek için çatlayana kadar koşmaya razıyım, ama görme ihtimalim yok, o ayrı]. Bir şey söyleyecek gibi oldu, dudaklarını dişlerinin arasına kıvırıp vazgeçti, tekrar bir şey söyleyecek oldu, dilini dişleriyle dudakları arasında dolandırıp sustu. Kısa bir nefes alıp kafasını başka tarafa çevirdi, orada bir saniye durup, aldığı nefesi geri vererek tekrar bana çevirdi; “Sen ana kuzusu musun?” diye sordu, daha sorarken de sorduğu soruya pişman olduğu belliydi. “Her evlat anasının kuzusudur” dedim. Bugün olsa daha güzel cevaplar verirdim lakin 17 yaşında ancak öyle söyleyebildim. “Madem öyle, hem kalmak isteyip hem neden koşarak uzaklaşıyorsun?” dedi. Felsefi tarafı olan bir soruydu, bugün bu sorusuna karşılık belki kitap yazabilirim, çünkü geçen 48 senelik hayatımda kalbimi geride bırakıp da koşarak uzaklaştığım nice zamanlar oldu. Lakin o zaman bu tecrübeye sahip değildim, cevabımı, şimdiki yaşımın gerektirdiği gibi geride kalanlara bakarak değil de, her genç gibi ileride olana bakarak verdim: “çünkü Sakarya’da ideallerim var, hayallerim var” dedim. [ideallerim ve hayallerim mühendis olmak falan değildi, akademisyenlik ise o yıllarda aklımın ucundan bile geçmiyordu, ama hayallerimin rotası Sakarya’dan, üniversiteden geçiyordu, bu da bambaşka bir yazının konusu, yazılır mi bilinmez]. Durdu biraz, kalın kaşları yukarı aşağı oynadı, pala bıyıklarının hareketinden dudaklarını kenarı doğru büzüp düzelttiği belli oldu, içinden kendi kendine konuşuyordu belli ki, ama bir süre bana bir şey söylemedi. Belki de ilk “ana kuzusu” çıkışındaki gibi istemediği anlama gelecek bir şey kaçırmaktan korktuğu için konuşmadan önce daha çok tartıyordu. Arada kafasını sallıyor, bana bakıyor, yine bakışlarını kaçırıyordu. 25-30 saniye böyle geçtikten sonra “Demek anneni 5 dakika fazla görmek için 5 km koşarsın ha?” dedi ama bu bir soru değildi, içinde kendi kendine konuşurken bu kısmı sesli söylemişti. Ben de gazi dedemin 8 sene savaştıktan sonraki koşusunu hatırladım ama soru olarak görmediğim için cevap vermedim. Sonra üniformasının göğüs cebinden bir bilet koçanı ve kalem çıkarıp bana bir bilet kesti, makbuz şeklindeki bilete normal öğrenci ücretini yazdı, koçandan ayırıp bana verdi, ama para almadı. “Bundan sonra trene yetişemeyecek gibi olursan, gişeye koşmaya uğraşma, bilet almadan bin. Benden başka bir kondüktör gelirse de ‘ben Kara Celal’in yeğeniyim, geciktiğim için biletsiz bindim, cezalı değil, normal bilet ücreti yazın’ diye söyle” dedi. Ben kendimce koca delikanlıydım ama başımı okşayıp kalktı gitti yanımdan. Kocaman bir adamın içindeki anne sevgisine dokununca, adı 50-60 senedir Celal olanın, nasıl Cemil olduğunu, sıfatının nasıl “kara”dan “müşfik” e dönüştüğünü gördüm orada…

. . .   d e v a m   e d e c e k

Etiketler:
Henüz yorum yok.