YOL UZUN, YOLCULUK GÜZEL

Mar 3rd, 2015 | Filed under Bence böyle, İnsan, Kişisel, Mecaz

Belki birinin sırtında, belki birinin heybesinde çıkarsın yola. Gün olur heybesinden çıktığının eline baston olursun, sırtından indiğini sırtında taşırsın. Yolculuğu işte o zaman öğrenirsin, gitmeyi ondan sonra bilirsin. Bir gün bakarsın ki sırtın hamal küfesinden kalabalık olmuş. Sırtındaki yükün bazısı omuzlarını yere sokmak istercesine bastırırken, bazısı sırtını bir dağa yaslamışçasına güç ve güven verir sana. Öyle ya, kambur da sırtta taşınır, kanat da… O güç verenler gün gelecek de sırtından inecek diye çok korkarsın.Karlı soğuk dağları aşman gerektiğinde bir mont alırsın sırtına. Dersin ki “vücudum zaten kendisini ısıtır, bu mont da içeridekini dışarı bırakmaz. Kendi sıcağımı korursam yollar bana kolay olur”. Ama daha yolun başında bakarsın ki yün zannettiğin miflon, deri sandığın muşambaymış. “Olsun” der, gözün sana biçilen kaşe paltolarda kalmadan yola devam edersin. Yollar uzun ve zordur, ama yolculuk bir o kadar güzeldir. Yola çıkan için bir menzil vardır, ama yolcu için menzile varmakla yolculuk bitmez. Adı üstünde, “yolcu”dur o, her menzilden sonra, yeni bir menzil vardır. Yolda bazen yeni küçük hedefler çıkar karşına. “Asıl menzilimden uzaklaşırım” demeden o yolları da arşınlaman gerekir. Bazen kaybolmuş bir çocuğun elinden tutman gerekir, bazen düşen birini kaldırman… Kah yuvasından düşen bir kuşu yerleştirirsin yerine, kah baştan yuva yaparsın bir evsize. Yaralanmış görür onu da sırtına koyarsın, aç görür yolluk azığını verirsin. Yolunu uzatan küçük menzilleri aşınca, yine eski istikametine, eski, asıl menziline dönersin.

Sırtındaki monta çok güvenirsin. “ben onu muşamba deyip çıkartıp atmadım, o da içerdekini dışarı bırakmaz” dersin; “o sırtımdayken değil karlı yüce dağlar, kaf dağı gelse aşarım” dersin. Onu bazen bir ev, bazen bir zırh zannedersin. Ama malzemesi bellidir, kapasitesi bellidir. Fırtınaya borana kalmadan, daha ilk kuvvetli rüzgarda delik deşik olur, ne içerisi kalır, ne dışarısı. İçerideki sıcaklık tamamen dağılır gider. Artık sıcağını/soğuğunu koruyamayan, sırtında ağırlık yapar. Ama bırakayım da hafifleyeyim diyemezsin. Montu çıkartmak için, anlık da olsa, sırtındakileri indirmen gerekir, cesaret edemezsin. Hem birkaç menzil ötesine iletilecek emanetler vardır, monta güvenip ceplerine doldurmuşsundur, o tipide cebinden çıkartmaya korkarsın. Montun kah ağırlık yapar, kah kanat gibi hafifletir, kah eline ayağına dolaşıp seni engeller, kah cebindekileri taşıyıp işini kolaylaştırır. Çok düşünmeden yürümeye devam edersin.

Montun sıcağını koruyamazken, yol karşına sıcak bir kaynak çıkarır. Titreyen içini ısıtır ümidiyle yaklaşırsın, bakarsın ki pınarın suyu, su gibidir. Berrak, duru, pürüzsüz… Su berrak olduğu için, süssüz olduğu için güzeldir. Suyun göz alıcı berraklığına ve o soğuktaki sıcaklığına kanıp elini sokarsın, elin yanar. Suyun sıcağı değildir yakıcı olan, muhteviyatıdır. Asidi alınmamış, tuzu çökertilmemiş bir garip karışımdır o. Belli ki içeçecek olsan içini ısıtmaz, mideni yakar. Belli ki susuzluğunu dindirmez, daha da susatır. Elini çeker yoluna devam edersin. Islanmış ellerin karda boranda buz tutar. Kendine kızarsın, “o suya elini soktuysan, ya yanmayı, ya donmayı göze alacaksın” dersin, “bunu elini ıslatmadan önce düşünmeliydin” dersin. Ya yanmak ya donmak ihtimali varken, hem yanıp hem donduğuna hayıflanırsın. Bir yandan da suyu içmeden uyandığına şükredersin.

Yol uzar, tipi artar. Güvendiklerin sırtına yük olmuştur, ısıtır sandıkların hep dondurmuştur ama diğer yandan yük sandıkların sana güç verirler. Aklın karmakarışık olur, neyden sonra anlarsın ki (?) bu iş akıl işi değildir. Güvendiklerine umduğun için küstüğünü farkedersin. Yolun bu kısmında ummamayı öğrenirsin.

Gel gör ki ilerledikçe hava soğumuş, tipi artmış, göz gözü görmez olmuştur. Ayağını kaldırdığında nereye koyduğunu bilemez, ileri mi gidiyorsun – geri mi göremez olursun. Güneş gideli çok olmuştur, gecenin en koyu karanlığında kaybolmanın çaresizliği, sırtındakilerin ağırlığı artık pes etme noktasına getirmiştir. Güneşin hasretiyle kafanı biraz kaldırdığında bir pırıltı farkedersin. Anlarsın; güneş seni öyle seviyor öyle seviyor ki, kendisi gitmiş olsa da ışığını sana gönderiyor. Yine anlarsın; ay sana karşı öyle merhametli ki, sen yitip gitmeyesin diye güneşi görmüş yüzünü dünyanın karanlık tarafına çevirebiliyor. Tipi – rüzgar ara ara gözünü kapatsa da, mehtabı rehber edip ilerlemeye devam edersin. Neyden sonra farkedersin ki güneş sadece ışığını değil, sıcağını da gönderiyor. Aklın almasa da, donan kalbinin ısınmasından anlarsın ki mehtap sana ısı da veriyor. Yolun zorluğu tüm vücudunu sızlatmaya başlamışken, güneşli bir bahar bahçesinin hayali kalbine huzur verir. Ne kadar güzel olursa olsun, güneş olmadığında hiçbir bahçenin hiçbir önemi kalmayacağını farkedersin. Anlarsın ki güneşli bahar bahçesi ile derin karanlık çukurlar arasındaki fark, sadece güneşin olup olmamasıdır. Güneşin varlığı, olduğu yeri güzelleştirir. O bahçenin hayali kalbine huzur verir, lakin yol devam etmektedir. Bir yerden sonra ellerin tutmamaya, ayakların gitmemeye başlar. Sadece menzili hedef gösterene mahcup olmamak için ve sırf sana merhametinden dünyanın karanlığına dönen mehtaba karşı kadirbilmezlik etmemek için çabalamaya çalışırsın. Sesler gider, sıcak/soğuk gider, acılar önce yoğunlaşır yoğunlaşır ve sonra onlar da gider. Bir şey görmemeye ve hatırlamamaya başlarsın. Gücün tamamen tükendiği bir kopuştur bu. Sonrasını hatırlamazsın.

Zaman kavramının bile kaybolduğu bir süreçte, ne kadar geçtiğini bilmediğin bir zamandan sonra gözlerin açılır. Neler oldu, nereleri ve nasıl geçtin göremesen de, nasıl olduğunu idrak edemesen de, gördüğün şey artık menzilde olduğundur. Oraya varınca anlarsın ki aslında yoldaki her şey seni menzile taşıyordur. Yük zannettiklerin yük değildir, elini tutuğun çocuk, yuvasını yaptığın kuş, yarasını sardığın, çukurdan çıkardığın, düşerken kaldırdığın… hiç birisi aslında yolunu uzatmamış, bilakis gücünün tükendiği yerde geçemeyeceğin yeri geçmeni sağlamışlardır.

Toparlanır kalkarsın. Bir menzile daha varılmıştır ama ne yol biter, ne yolculuk. Şafağın sökeceği, güneşin doğacağı, güneşli baharların yaşanacağı yere kadar yolculuk devam eder…

Etiketler:
Yorumlara kapalı.